27 Temmuz 2013 Cumartesi

MACERALI BİR GÜN

Hepiniz bir macera yaşamışsınız elbet ama benim maceram dillere destan olur bence. Benim maceram Bayrak Tepe yolunda geçiyor. Aslına bakılacak olursa sadece orada da değil.Bütün gittiğimiz yolları toplarsak Bunun içinde Kadı Yayla ve Aşıklar Çeşmesi yolu da var. Şimdi diyeceksiniz n'olcak yani sadece dağa çıkmışsınız diyeceksiniz belki ama öyle değil. Benim maceramda 85 derecelik bir kayalığa tırmanma da inme de var. Şimdi anlayacağınız üzere maceram bu kadar adrenalin dolu oldu ben size maceramı kısacık anlattım. Ama şimdi okuyacaklarınız bu kısacık yazımın yanında bir hiç olacak...

Babam daha bir hafta önce söylemişti çocuklar sizi Bayrak Tepe'ye götüreceğim diye. Ben de babama ilk aklıma geleni söyledim hemen:"Hee baba bu Bayrak Tepe bizim gitmek istediğimiz sonra da onun yerine Kadı Yayla'ya gittiğimiz yer mi?" Ömer de:"Baba şu Bayraklı Tepe Kadı Yayla'dan uzak mı?" dedi.
Ben:
-Tabi Bayraklı Tepe daha yakın hem de çok yakın bir buçuk saatlik yol nolacak ki?
Babam:
-Hee sen öyle san aralarında yarım saat bile yok on beş dakika, on beş dakika bile yok.
Ömer
-Elif çok yakın sorma bir buçuk saatlik yol nolacak demi o yol en az iki saattir.
Ben:
-Of beni Bayraklı Tepe için üzüyorsunuz helal olsun size valla çok iyisiniz!
Ömer:
-Elif o Bayraklı değil Bayrak Tepe olacak.
Ben:
-Ne yani sen öyle dedin.dedim ve ikimiz de sustuk çünkü babam bize yarın için hazırlanmamızı söyledi.

O sabah gelmişti ben saatime baktım saat 5:58 dedim ki bari yarım saat uyuyayım dedim ve kafamı yastığa koydum ama babam sanki beni anında uyandırdı ama saatte baktım on dakika olmuştu ve içimden bir yarım saat uyuyacaktım dedim ve hazırlanmaya başladım. Ömer'i uyandırmak ayrı bir dert tanıyanlar bilir. Sanki beyefendi padişah babamla ben hatta bazen annem de gelir Ömer Paşa'yı uyandırmaya çalışırız ve en sonunda büyük  çabalarımıza karşın uyanmaz bunun üzerine biz de salona geçeriz ve hazırlanmaya başlarız biz hazırlığı bitirdiğimizde Ömer Bey gelir onu bekleriz...Bekle...Bekle...Bekle... Uzun bir bekleyişten sonra Ömer Ağa hazırlanır biz de yola çıkarız ama sevgili güzeller güzeli güzelliği dillere destan gül kokulu canımızın içi olan birtanecik annemizi öpmeyi unutmayız. Bazen Ömer'in bazen de benim sızlanmalarımla geçen yolculuğumuza başlıyoruz...

İlk önce Thedore Roosevelt'in şu sözünü söyleyeyim ki bu sözün maceramla ne kadar ilgili olduğunu anlayın:Karakterin en önemli yardımcısı, yılmayan bir azimdir. Eğer Thedore Roosevelt'i tanımıyorsanız lütfen bu linke bakınız: http://tr.wikipedia.org/wiki/Theodore_Roosevelt
Biz maceramıza geri dönelim...

Temenyeri Park'ına gittiğimizde Biyoloji Öğretmeni Ömer Hoca ile karşılaştık. Adamcağız tek başına gidecekmiş sen de gel dedik geldi ama Aşıklar Çeşmesine kadar. Zaten o yalda anlatılmaya değer herhangi bir olay olmadığı için geçiyorum. Her şey Ömer Hoca gittikten sonra başladı. Biz biraz dinlendik o güya yola devam etti. Biz moladan kalınca bi baktık adam geri dönüyor. Neymiş yukarı çıkmış. Adama ne kadar inanmasak da aferin dedik ve yola devam ettik. Biz yola devam ederken Ömer yoruldu ve arkalarda kaldı. Ben onu sopayla çeke çeke götürdüm. Biz bir sürü çeşme geçtik ve Babam neden sonra:"Biz yanlış yola girdik yine."dedi Ne zaman doğru yolu bulduk ki(!) Her neyse biz artık zorlu yolların geldiğini anladık haliyle ve ayakkabılarımız sıklaştırdık ben saçımı bir güzel toplarım, Ömer'in ayağına batan dikenleri temizledik ve zorlu yollara hazırdık... Biz çalı çırpı olan dik  (yol mu desem ne desem bilemedim) bir yerden çıktık.
Yol aynı bu gibiydi bi de bunun üstüne çalı çırpı diken vs. ekleyin.

Biz burdan geçtik ama daha bitmedi aslında yeni başladı maceramız. Yine bir yerden çıktık çok kısa bir yerdi ama kumlu toprak olduğu için hiç kolay çıkılmadı özellikle Ömer ilk çıktığı için ve yukarda ne olduğunu bilmediği için elini kestanenin üstüne koydu ve eli olduğu gibi kestane dikeni oldu.
Eğer bunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsanız kirpiyi düşünün.

Ömer bunları çıkarmaya çalışırken ben de oradan çıkmaya çalışıyordum korkuyordum da çünkü Ömer'in oradan kaydığını gördüm ve korkmamak elde bile değildi.Korka korka çıktım ve Ömer'in elini görünce yüreğimin yağları eridi. Orayı çıkınca bitti mi hayır bitmedi dediğinizi duyuyorum ama demeyenler var teessüf ederim yani. Biz yine size gösterdim 60 derecelik yerin iki kat daha uzunlukta şeklinde olanına artık resmen tırmandık. Ve en sonunda düz yola geldik tam biraz rahatladık demiştik ki karşımızda resmen 80 derecelik bir tepe napacağız ne edeceğiz derken babam geze geze düşe kalka zar zor da olsa bir yol buldu en azından 70 derece falandır.
Arabanın çıktığı yere bakın biz orayı nasıl çıkalım bir de orada kaya, çakıl diken her şey var. Biz de bunun on derece alçalmış halinden çıktık. Fazla değil ha?
 Biz çıktık çıktık ve yine kayalıklara geldik ama bu, bu seferkilerden farklıydı sanki bu kayalar güneşin o muhteşem ışığı altında parlıyordu. O zaman anladım ki ormanın içinde değiliz sadece çıkmamız gereken kayalar var başka bir engel yok. Ben can havliyle mi desem mutluluktan mı desem ne desem işte siz düşünün o kadar hızlı çıkımışım ki çıktığımda fark ettim babam bana garip garip bakıyordu.(Şimdi çoğunuzun gözünün önüne kedi gelebilir ama o kadar hızlı değildim.)
Çıkınca hemen babamın yaptığı ilk iş bizi doyurmak oldu ne de olsa kolay iş değildi yaptığımız. Sonra da bizim aramızda olan bir sözümüzü söyledi bize azimle ilgiliydi ama yukarıda yazdığım değil.
Babam dedi ki:
-Çocuklar eğer orada kaybolduğumuzda geri dönseydik biz buraya gelemezdik değil mi dedi.
Biz ise babamın yaptığı sandavici yemekten konuşacak halimiz yoktu sadece ham hum huma hama gibi garip mi garip sesler çıkarttık babam da bunu evet kabul edip yemeğini yemeye başladı. Biz oranın manzarası, kokusu vs. derken bir saat geçmiş ve biz de bir sünü fotoğraf çekmiştik ama babam bir pozu beş kere çektiği için çoğunu silmek zorunda kaldık. Ama ben de çok güzel pozlar çektim ee ne de olsa Röntgenci Ferda'nın kızıyım tabi çekeceğim başka napacağım ki yani?

Biz tekrar yola koyulduk ama Ömer tutturdu ormandan gitmeyelim diye biz de yine 80 dereceklik kayalıklardan bazen kaya kaya bazen yürüye yürüye gittik. Bu yürüyüşü bu kadar kolay anlattığıma bakmayın gerçekten de müthiş zordu ama bi o kadar da eğlenceliydi. Ve o anda ilk aklıma gelen Thedore'nin size en başta yazdığım sözü oldu. Biz bir saat önce eve geldik ve duşumuzuzu aldık ben size bir saattir bu yazıyı yazıyorum Ömer ise şuan da uyuyor. Ömer uyurken Ömer'in arkadaşları geldi Ali dedi ki:Saat üç olmuş hala uyuyor. Neler yaşadığımız bir bilse...


Size kolay gelmiş olabilir ama gerçekten zordu ve kendimi aynı filmdeymişim gibi hissettim.




21 Temmuz 2013 Pazar

MEHMET HOCAM.....

Daha yeni öğrendim benim ilk keman hocamın öldüğünü. Ama bundan bir ay önce ölmüş. Hapisteydi neymiş bir şey imzalamış ödeyememiş. Sadece üç ay dedim hocama sadece üç ay dayanın hocam sonra yine siz buraya gelip bana ders vereceksiniz. Hocam ağlıyordu içimden diyordum ki bu iş kötü olacak. Günler geçti gitti. Ben yalnız başıma çalışıyordum. Biz hocamı arıyorduk o bizi arıyordu. Biz 2,5 ay sonra telefonları elimizden düşürmez olmuştuk ve hocamızı arıyorduk. Ben ağlıyordum hocam öldü diye ama daha bilmiyordum ki ölüp ölmediğini sadece içime doğmuştu. Annem ve babam harıl harıl hocayı arıyor ama ulaşamıyorduk. İşte bugün 21 Temmuz 2013, hocamızı aradık ve eşi 1 ay önce vefat etti dedi. Biz çok şaşırdık ve üzüldük yani diyebilirim ki yas ilan ettik. Hocam benim canım hocam. Keşke görseydi yazdıklarımı da anlasaydı onu ne kadar çok sevdiğimi. Nur içinde yatın hocam... Sevgilerimle keman öğrenciniz Ganime Elif Yavuz..
:((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((
:((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((((
ARTIK RAHMETLİ HOCAM ADINA KEMANIMI DAHA GÜZEL ÇALMAYA SÖZ VERDİM....!!!!

BİR DOĞUM GÜNÜ

                                     1. BÖLÜM

Zümrüt Hanım yine kocasına bağırıyordu.Her ne kadar kocası Engin Bey'in kazandığı paralarla geçinseler de her fırsatta Engin Bey 'e bağırırdı."Engin bu kız ne zaman okula gidecek?" "Engin neden ve geç geldin?" "Engin lanet olası adam neredesin, hizmetçi para istiyor!" "Engin..."
Artık Engin Bey bıkmıştı bu durumdan, en kısa zamanda bu kadını boşamalıydı ama nerdeeee?!
Boşanır mı hiç Zümrüt hanım, hiç göz göre göre fakirliğe gider mi?
Her seferinde hayır der ama boşanmaz.Çünkü o süse püse düşkündür,  kılık kıyafetinin pahalı olmasına özen gösterir, yoksa rezil olur arkadaşlarına.
Engin Bey de farkındaydı bu durumu ama söyleyemiyordu eşine.
Zaten söylese de kesin büyük bir kavga çıkardı ve küçük kızları bundan çok etkilenirdi.Bu yüzden bunu söyleyemezdi özellikle yarın, çünkü yarın küçük kızları Aylin'in doğum günüydü.


                       2.BÖLÜM

O gün gelmişti ve Aylin prenses gibiydi.Bir sürü arkadaşı ve aile büyükleri toplanmıştı.Babasının geçen doğum günüde aldığı eflatun renkli kısa elbiseyi giymişti, başında ise yine babasının ona aldığı papatyadan taç vardı.Kesinlikle çok güzel olmuştu ve bazı arkadaşları onu biraz kıskanmışa benziyordu.Kendisi de bunu biliyordu ve ona göre davranıyordu.İçinden de"Canım babam benim beni ne kadar çok seviyor,iyi ki benim bu kadar iyi bir babam var ."diyordu.Gerçekten iyiydi babası ve kızını seviyordu ama annesi hep kendine düşkündü ve kızına fazla bir şey almazdı.Doğum gününde bile ıkına sıkına bir hediye almıştı ama kendine de bir şey almadan çıkmadı dükkandan.
Ama Aylin bunu bilmiyordu.Sadece annesini hep eli dolu görüyordu ve kendisine bir şey almış diye seviniyordu.
Annesi böyleydi ve Aylin merdivenden inerken ona yapmacık bir gülümsemeyle çabuk in der gibi elini öne arkaya sallıyordu.Aylin'de bunu elini salla anladı ve elini salladı.Annesi artık çıldırmıştı,kızına kaşlarını çatmış bakıyordu.Biran önce bunun bitmesini istiyordu, çünkü yine kendini bir şeyler almak zorundaymış gibi hissediyordu.
Bunun için Aylin'in yanına gitti ve onu çabuk olmasını söyledi.Bunların hepsini 2 saniye içinde düşünüp yapmıştı.Zaten sevmiyordu bu doğum günü "partilerini".
Ama kendi doğum günü partileri fazlasıyla şaşaalıydı.56 metrekarelik salonunu çeşit çeşit süslerle süsletmişti.Ayrıca koltukların yüzünü bile değiştirmişti.Engin Bey'e yine fazla masraf çıkarmıştı.Ama Engin Bey bunları ödemek zorunda kalmıştı ve çok fazla miktardaki parayı ödemişti,yine kavga çıkmıştı ve Aylin o zaman anne karnındaydı.Bu nedenle Engin Bey eşini fazla üzmek istemiyordu ama bıkmıştı.Bebek için alsa neyse ama kendi için almıştı her şeyi, buna kızıyordu aslında Engin Bey, yoksa parasını öderdi fakat bu kadar fazlasını ödemesi biraz zor olmuştu.
Aylin doğduktan bir yıl sonra bile doğum günü zorla kutlanmıştı.Şimdi yine aynı şekildeydi ve bu doğum günüde zorla kutlanıyordu.Aylin merdivenden inince Zümrüt Hanım:
-Hepiniz hoş geldiniz şimdi pasta kesilecek ve dans edeceğiz ondan sonra ise parti bitecek.dedi hızlıca.
Engin Bey anlamıştı ama sesini çıkartmadı,ta ki Aylin'in ağlamaklı suratını görünceye dek:
-Haha, nede komiksin hayatım,tabi ki öyle bir şey yok.İlk önce biraz dans edip ısınalım daha sonra pasta gelir yeriz ve sonra biz büyükler salonda konuşuruz,Aylin'in arkadaşları ise oyun odasında oynarlar.dedi yavaş yavaş.
Aylin'in yüzü birden güldü ve:
-Hadi o zaman dansa başlayalım!diye bağırdı.
 Zümrüt hanım bakımlı tırnaklarıyla kolunu yırtarcasına kaşımaya başladı.Ve hemen ardından Engin Bey'in yanına gidip:
-Ben çıkıyorum, biraz işim var.dedi
Ama Engin Bey onu kolundan tutup gitmemesini hemen kızının yanına gitmesi gerektiği söyledi.Ve Zümrüt Hanım istemeyerek kızının yanına gitti.
                               3.BÖLÜM
Pasta kesilme anı gelmişti ve üzerinde altı mum olan bir pasta birazdan kesilecekti.Aylin'in elinde içi sünger dolu bir bıçak vardı ve bütün çocuklar onu tutmak için sıraya girmişti.Aylin ise pastayı kestikten sonra bıçağı vermeye hiç niyetli değildi ama arkadaşlarını üzmek istemiyordu.Babası Aylin yanına çağırmıştı.(Daha doğrusu ilk önce Aylin gitmişti.) Aylin'e sadece bıçağı pastanın üzerine değdirmesi gerektiğini ve pastanın plastik köpükten olduğunu söyledi, çünkü kızının rezil olup üzülmesini istemiyordu.Ama Aylin'in derdi farklıydı.Babasının yanına bunun için gitmişti.Fakat Aylin bunu unutmuştu. Zaten o kadar önemli bin şey değildi, sadece annesini merak etmişti. Annesi ise şuanda diğer kadınlara Aylin'in yaramazlıklarını (Tabi Aylin'in yapmadığı, Zümrüt Hanımın uydurduğu yaramazlıkları)anlatıyordu.Diğer kadınlar ise bir Aylin'e bakıyor birde anlatılanları dinliyorlardı ama inanmak zorunda kalıyorlardı. Yani koskoca kadının yalan söylemesine inanmak daha zordu. Fakat Aylin'in bunu yaptığına da inanamıyorlardı. Zaten fazla kafa yormaya gerek yoktu, ha yapmış ha yapmamış, bir şey değişmezdi. Ama Zümrüt Hanımın yaptığı bu şey çok kötü bir şeydi. Aylin ise bu kötülükten habersiz, mutlu bir şekilde arkadaşlarıyla oyun odasında oynuyorlardı. Hem kız hem erkek, hepsi toplanmış çoğu kişinin kız oyunu dediği evciliği oynuyorlardı, daha doğrusu kız oyunu olmadığını kanıtlıyorlardı. Bu küçükler her şeyden habersizdiler çünkü aşağıda kadınlar kimin çocuğu daha iyi diye "kavga" ediyorlardı. Erkekler ise kadınları ayırmaktan bıkmış ve onları kendi halinde bırakmışlardı, ama birazdan Aylin'in doğum günü mafolabilirdi.

                               4. BÖLÜM 
Beklenen olmuştu, oyun odasından birer birer ağlayarak giden çocukların neden gittiğini hiç bir çocuk bilmiyordu ve hiç mutlu değildiler. Aynı zamanda beyler de mutlu gözükmüyordu çünkü hanımların bu saçma sapan kavgası bütün konuşmalarını bölmüştü. Tam da ateşli bir futbol konuşmasına gireceklerdi ve bu da erkekler için çok önemliydi. Zaten önemli olmasa bu kadar surat asmazlardı. Neyse ki hepsi birlikte kalktığı için yine yolda konuşma fırsatı buldular. Sadece Nesrin Hanımın kocası Arif Bey o grupta yoktu.Arif Bey keşke o grubta olsam gibilerinden de değildi aslında yani futbolu holiganlık gibi görenlerdendi. Fakat diğer erkeklerin de ondan dalga geçmesinden pek hoşlanmıyordu. Aslında Zümrüt Hanım hep kocasına diğer erkekler gibi olması gerektiğini söyleyip dururdu ama nafile. Arif Bey kızı Aylin'in geleceği için aşırılıktan kaçınıyordu. Eğer diğer erkekler gibi fazla aşırı olsaydı kesinlikle kızının diğer çocuklardan farkı olmayacağını biliyordu ne kadar zengin olurlarsa olsunlar onları anaokulundaki çocuklarla aynı olduklarını kendini onlarda üstün görmemesini öğretmeye çlışıyordu.

                               5.BÖLÜM
Aylin olanlara çok üzülmüştü ve hemen babasının yanına gidip:
-Annem beni sevmiyor eğer sevseydi böyle yapmazdı kavga çıkartmazdı ben merdivenden inerken çabuk olmamı söylemezdi sevinçle alkışlardı herkesin annesi öyle yapıyor. Baba biz evden kaçalım annem uzak bir yerlere gidelim eğer gerçek annem yanımda olsaydı bunu ister miydi?
-Hayır kızım istemezdi çünkü senin annen benim bu kadınla evlenmemi istedi.
-Demek ki gerçek annem de beni sevmiyormuş.
-Hayır kızım o sana tapıyordu. Onun hayatı sendin, nefesi sendin,suyu sendin kızım. Annen dedi ki eğer kızım bana kızarsa bir gün ona de ki annen senin hayata hazırlanman için bu kadını başına koydu çünkü hayattta karşına sürekli böyle insanlar çıkacak de dedi.
-Baba peki ben hep bu üvey annemle mi kalacağım?
-Tabi ki hayır kızım. sen büyü ben seni evimizden uzak bir okula göndereceğim.
-Ne zaman baba?
-15 yıl sonra kızım...
-Ama baba ben hemen gitmek istiyorum hem de hemen.
-Olmaz kızım...Olmaz çünkü annen yukarda bizi izliyor eğer onun sözünü tutmazsak bize küser.
-Baba seni çok seviyorum artık her gece yıldızlara bakacağım ve en parlak yıldızı bulup ona öpücük göndereceğim...

23 Ocak 2012 Pazartesi

DAMSIZ(ÖMER'İN)



NEDEN

Neden biz böyleyiz?
Neden biz bunu farkında değiliz?
Neden biz çok benciliz?
Neden biz dünyayı yok ediyoruz?



Dünya çöl olacak diye bas bas bağırıyorsunuz.Bunu SİZ yapıyorsunuz ama ağaçları biz mi kesiyoruz?Bunu da SİZ yapıyorsunuz.


Yukarıdaki küçük yazımı umarım anlarsınız...

29 Ekim 2011 Cumartesi

PEMBE GÜL

KIRMIZA GÜL SEVGİYİ TEMSİL EDERSE

PEMBE GÜL NEYİ TEMSİL EDER?





16 Eylül 2011 Cuma

TARİHİ SAMANPAZARI FIRINI






Ramazan'da fırınlar çok önemlidir.Çünkü pide Ramazan'nın göz bebeğidir.Babamda Yücel Abla'nın yanına yardım etmeye gidiyordu.Siz şimdi Yücel Abla kim diye sorcaksınız.Yücel Abla oranın sahibi.Tabii eşi Süleyman Abi ile birlikte.Orası çok büyük,elbette büyük olduğu kadar da sıcak.Birde yazın.Off!Sanki cehennem!İşte bu yüzden fırıncıların işi çok zor.Bende Ramazanda babamla birlikte yardım etmeye gittim.İlk önçe herşey çok kolaydı.Ben para alıp veriyor, poşet açıp ekmek veriyordum.Lakin bir tek ekmek kesme makinesinde ekmek kesemiyordum.Aslında babam kesmeme izin vermiyordu desem daha doğru olur.Ben keserim ama babam korkuyor bana birşey olacak diye.Ayrıca babam benim yorulmamı istemiyor.Bana ilk saatlerde eğlenceli gelmişti.Fakat sonradan tam bir facia.Sanki herkes anlaşmış saat sekizde gelelim diye.Eee, müşteri çok olunca ben artık para işini bıraktım.Sadece ekmek vermeyi ve poşet açmayı üstlendim.Son gün ya herkes taa gelecek seneye kadar pide yiyemeyiz diye beşer beşer pide alıyor.Haliyle yorgunluklar da başlıyor.Ben bir bu tarafa bir otarafa koşturup poşet açmaya çalışıyorum,çünkü o gün poşetler çok zor açılıyordu nasıl oluyorsa bir tek ben açabiliyordum o poşetleri.İnanamayacaksınız ama bir adam yedi pide ve beş ekmek aldı.Ardından grup halinde üç çocuk tam hatırlamıyorum ama sanırım on beş ekmek ve beş pide aldı.Bir tane oteldende yirmi beş ekmek siparişi geldi.Yani anlayacağınız çok ekmek sattık.Bir düşünün bir fırın var ve içinde beş binden fazla ekmek var ayrıca bu ekmekler her yarım saatte bir yirmişer yirmişer çoğalıyor ve bu ekmeklerin hepsi bitiyor.Tamam iyi güzel hoş.Ama bu fırında çalışanları bir göz önüne alırsanız sizce beş bin ekmek ve daha fazlası bir makine hızı kadar hızlı değil mi?Bence öyle.Burdaki insanalr çok çalışıyor.Yücel Abla bazen saat on ikiye kadar burda kaldığını söylüyor.Yani insanalarımız saat on ikiya kadar ekmek tüketiyor.Bu Samanpazarı fırınında on ikiye kadar ekmek çıkıyor,çıkan ekmeklerin hepsi sıcakve taze.İnsalarıda ekemk gibi sıcak ve içten.Biz en azından ben küçükken fırın nedir bilmez ama çok sıcak olduğunu bilirdim.O yüzden fırıncı olmak istemez ama kışın fırında oturmak isterdim.Neyse biz konudan sapmıyalım.Nerde kalmıştık?Heh!Tarihi Samanpazarı Fırınında.Demiştim ki çok ekmek sattık demiştim.Yücel Ablayla çalışmak güzel diye devam ediyim.Yücel Abala ile çalışmak çok güzel.Daha doğrusu ordaki herkesle çalışmak çok güzel.Ama şu poşet olayı olmasa.Tamam poşet leri açtık.Bitti.Ben gittim açtım.Ve yine aynı şey en sonunda bütün poşetleri açtım.A -a!Bir baktım poşet bitmiş.Nasıl olur?O kadar çok poşet,o masanın altına sığmayan poşetler,nasıl biter?Eee,poşette kalmadı.Ben gidip poşet istedim.Yücel Abala dedi ki:




-Her müşteriye vermeyin.Bir pide,veya iki pide falan almısşa elinde tasışın veya evi yakınsa elinde tasışın.dedi.




Çünkü az sayıda poşetimiz kalmıştı, mağlum çok ekmek satmıştık o yüzden yani poşetin azlığından değil.Bu arada herkes kuyrukta idi hatta bir ara sıra dışarı taştı.Dışardakiler şanslıydı ama farkında değillerdi.Şimdi diyeceksiniz ne şansı?Bende diyeceğim ki fırın sıcak dışarısı soğuk.Anladınız mı?Ama anlamıyorlar dedim ya.Boşverin siz onları.Biz konumuza geri dönelim Poşet meselesi ve ondan sonra ekmek meselesi.Somun ekmeği tükenmişti fakat herkes somun ekmeği istiyordu.Eee!?Bitmişti somun ekmeği.Kalmıştı kepekli , tam buğdaylı ,köy ekmeği ve uzun ekmek ayrıca yuvarlak ekmek,ama somun ekmeği YOKTU!Tam bir facia.Hemde ne facia!?

Neyse bu faciayı da atlatmıştık.Ve zafer.Zafer yemekti,yemek menemendi,menemen acı idi.Anlayacağınız gözümden yaş gele gele yedim.Ama en azından karnım doymuş,ve mutlu olmuştum.Çok iyi birgün geçirmiştim.

VE MUTLU SON




















































































3 Ağustos 2011 Çarşamba

:):):):):):)ARDA'NIN DOĞUM GÜNÜ:):):):):):)

Arda'nın birşeyden haberi yok ama birazdan mum üfleyecek





Ben Arda'nın pastasını götürürken.





Biz çocuklar Arda'nın doğum gününü kutlarken.

ARDA SENİ ÇOK SEVİYORUMMMM!!!!!

30 Temmuz 2011 Cumartesi

AİLE ÇOK ÖNEMLİ

Ailenin önemi ile ilgili bir hikayedir bu:



Çok eskiden ilişkisi çok kötü olan bir ailenin öyküsü: eskiden adı ALSO olan bir aileymiş bu.Bu ailenin kızı bu kavga dayanamamış ve evden kaçmış.Ama sadece bir saat yalnız kalmış.Ancak o eve tekrar gitmek istemiyormuş.İlk önce çalışmaya karar vermiş.Fakat daha çok küçükmüş.Ne yapacağını düşünürken uyuya kalmış.Rüyasında anne ile babasını kavgasını görmüş.
Annesi babasına:
-Sen çok içiyorsun yeter artık seni boşuyorum!
Sözleri Quin'in beyninin içinden hızla geçiyormuş.Hele babasının annesine tokat atması.Kız
buna dayanamamış ve sinir krizi geçirmiş.Sabah onu dünyanın en zengin adamlarından 12'ncisi Quin'i bulmuş.Ona herşeyi anlatmış.Ve Quin'i ailesine teslim etmiş.Ve bunu yaparken ailenin önemini anlatmış.Ayrıca onları yanına alıp onlara güzel bir hayat sunmuş ayrıca bir daha asla kavga olmamış.

28 Temmuz 2011 Perşembe

KÜÇÜK BİR MASAL

Evvel zaman içinde sizin bildiğiniz gibi kalbur saman içinde.Aydede'nin küçüklüğünde,Güneş abla varmış.Çobanla çoooook yakın arkadaşmış.
NOT:Çoban değdiysem yıldız.Yani ben yıldızların adını sedace yazacağım.
Bizim ay da bunu kıskanırmış.Çünkü Güneş Hanıma aşıkmış.Bir gün ay, güneşe:
-Güneş,aşkım!Ben,ben diye kekeledikten sonra ben sana aşığım demiş.
Aslını sorarsanız güneş ayı seviyormuş ama ay kadar değil.Güneş aya:
-Sevgili ay,ben de seni severim,ama sana senin bana duyduğun aşkı duyamam çünkü ben çobana aşığım demiş.
Bunu duyan ayın başına dünya yıkılmış.ay dünyaya:
-Neden beni başıma düştün! diye bağırıp durmuş
Dünya çok özür dilemiş.Ama ay hala bağırmaya devam etmiş.Ve ay yapacağını yapmış ve dünyanın arkasına geçip bir insanı almış.Evet bu bir dedeymiş.Ay bağırmaya başlamış.:
-Ay dedeyi yakaladım!Ay dede!Ay dede!diye
Bunu duyan güneş aya sinirlenmiş ve ayın bütün ışıklarını almış ve demiş ki:
-Bundan sonra ben sana ışık vereceğim sen ise insanlara yansıtacaksın demiş.Çobanı sevdiği için onu gecenin göstericisi seçmiş ve artık onu gece ilk çıkan yıldız yapmış.
SONUÇ:Ay artık güneşten aldığı ışığı bize yansıtır ve biz ona AYDEDE deriz.Çoban yıldızı da geceleri ilk çıkan yıldızdır.Ayrıca Ay hep Dünya'nın arkasındadır.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

AH BU SICAKALR ÇEKİLMEZ

Sanırım bu sıcaklar hepimizi bunalttı.Ama sıcaklardan kurunurken kendimize de zarar verebiliyoruz.Mesela banyo yapıp sokağa çıkıyoruz.Ve sonra tişörtümüz ıslanıyor, hasta oluyoruz.Ama bazılarımız var ki aman hasta olmayayım diye kupkuru dışarı çıkıyor,güneş çarpıyor,aaaa!Adam bayıldı!Veya,aaa!Kadın bayıldı dersiniz.Suç kimde?Bize çok faydalı olan güneşte mi?Tabi ki hayır!Suç kupkuru çıkanda.Veya suç bize çok faydalı olan suda mı hayır!Sırıl sıklam çıkan şahısta değil mi asıl suç?Bence'' AH BU SICAK ÇEKİLMEZ!!!!!!''

13 Temmuz 2011 Çarşamba



Merhaba!Bence dünyanın en güzel iki şarkısı ÇAV BELLA ve BELLA CİAO.

BELLA CİAO
alla mattina, appena alzata
o bella ciao, bella ciao,
bella ciao, ciao, ciao.
alla mattina, appena alzata
in risaia mi tocca andar

(sabah, daha yeni kalkmışım, hoşçakal güzelim, hoşçakal, sabah, daha yeni kalmışım, pirinç tarlasına gitmem gerek)

e tra gli insetti e le zanzare
o bella ciao, bella ciao,
bella ciao, ciao, ciao.
e tra gli insetti e le zanzare
duro lavoro mi tocca a far

(ve böcekler ve sivrisinekler arasında, hoşçakal güzelim, hoşçakal, böcekler ve sivrisinekler arasında, zor bir iş yapmam gerekiyor)

il capo in piedi col suo bastone
o bella ciao, bella ciao,
bella ciao, ciao, ciao.
il capo in piedi col suo bastone
e noi curve a lavorar

(şefimiz ayakta bastonuyla, hoşçakal güzelim, hoşçakal, şefimiz ayakta bastonuyla, ve bizi çalışmak için sıraya diziyor - ç.n: bu son dize kesin yanlış, curvere diye bir fiil yok ki, hiç anlamadım)

o mamma mia! o che tormento!
o bella ciao, bella ciao,
bella ciao, ciao, ciao.
o mamma mia! o che tormento!
io t'invoco ogni doman'.

(of tanrım! bu ne işkence, hoşçakal güzelim, hoşçakal, of tanrım, bu ne işkence! sana her pazar yalvarıyorum)

ed ogni ora da qui passiamo
o bella ciao, bella ciao,
bella ciao, ciao, ciao.
ed ogni ora da qui passiamo
noi perdiamo la gioventu'

(ve burada geçirdiğimiz her saat, hoşçakal güzelim, hoşçakal, ve burada geçirdiğimiz her saat, gençliğimizi kaybediyoruz)

ma verrà un giorno che tutte quante
o bella ciao, bella ciao,
bella ciao, ciao, ciao.
ma verrà un giorno che tutte quante
lavoreremo in libertà!

(ama öyle bir gün gelecek ki, hoşçakal güzelim, hoşçakal, öyle bir gün gelecek ki, hepimiz özgürlük içinde çalışacağız!)

ÇAV BELLA

işte bir sabah uyandığımda
çav bella çav bella çav bella çav çav çav
elleri bağlanmış buldum yurdumun
her yanı işgal altında

sen ey partizan beni de götür
çav bella çav bella çav bella çav çav çav
beni de götür dağlarınıza
dayanamam tutsaklığa

eğer ölürsem ben partizanca
çav bella çav bella çav bella çav çav çav
sen gömmelisin ellerinle beni
ellerinle toprağıma

güneş dogacak açacak çiçek
çav bella çav bella çav bella çav çav çav
gelip geçenler diyecek merhaba
merhaba ey kızıl çiçek


Aslında aynı gibi gözüken şarkılar ama alakası yok ikisinin de Türkçe'sini okuyunca görürsünüz


Dalgalı saçlı, bereli, kısa sakallı, uzaklara bakan adam, düzene başkaldırışın simgesiydi, umuttu, cesaretti. Adı, Ernesto Guevara’ydı. Nam-ı diğer, sıkça kullandığı bir sözcük olan "Che", yani "arkadaş"."Önce bir tıp öğrencisi, sonra bir doktor olarak, Latin Amerika’nın Haiti ve Dominik Cumhuriyeti dışındaki tüm ülkelerini gezdim" diye yazıyordu Che. Fakirliğe, açlığa, hastalığa tanıklık ettim. "Tıp bilimine katkıda bulunarak ün kazanmak yerine, bu insanlara yardımcı olmam gerektiğine karar verdim." Kısa bir süre sonra Fidel Castro’ya rastlayacak ve esas aradığının o olduğunu anlayacaktı. 27 Temmuz Hareketi’nin kumandanlığından Küba başsavcılığına, merkez bankası başkanlığına, sanayi bakanlığına uzanan yükselişine paralel olarak, gerilla savaşının teori ve pratiğini kaleme alacak ve dünyayı dolaşarak Küba sosyalizmini anlatacaktı.


1964’ün son günlerinde, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitap eden Che, önce Paris’e gitti, ardından Mao’yu ve Nehru’yu ziyaret etti. Çok sayıda Afrika ülkesine uğradıktan sonra Cezayir’e gelerek, İkinci Afrika-Asya Ekonomik Dayanışma Semineri’nde bir konuşma yaptı ve bu onun topluluk önüne son kez çıkışı oldu. Dinleyiciler arasındaki genç diplomat K. Gajendra Singh, (1992-96, Hindistan’ın Türkiye ve Azerbaycan Büyükelçisi, ayrıca Hint-Türk Araştırmaları Vakfı’nın Başkanı) 12 Haziran 2008 tarihli internet bloğunda "Siyah beresiyle, hem bir Hollywood, hem de bir Bollywood yıldızının karizmasını taşıyordu" diye yazmakta.

Fidel Castro’nun görüşlerine ters düşecek biçimde Sovyetleri eleştiren, Mao rejimini göklere çıkartan Che, Cezayir konuşmasından sonra Küba’ya döndü. Önce kamu hayatından çekildi, ardından tamamen ortadan kayboldu. Tam 32 yıl sonra, ikinci vatanına bir tabutta geri döndü ve Santa Clara’da kendisi için hazırlanan anıtmezara kondu. Tabii, içindekiler onun kemikleriyse.

KAYBOLAN ELLERİ KESİK CESET

ABD Başkanı Johnson, Che Guevara’nın az sayıda Bolivyalı asiyi bir kampta eğitmekte olduğunu, ulusal güvenlikten sorumlu Walt Rostow’un 23 Haziran 1967’de kendisine verdiği bilgi notundan öğrenmiştir. Aynı belgede, ABD’nin Bolivya’ya sağladığı askeri desteğin önemi ve CIA’nın gelişmeleri yakından izlediği kayıtlıdır. Ajan Gustavo Villoldo ve Felix Rodriguez’in Bolivya’ya gönderilişi bu tarihlere rastlar.

Başkan, 9 Ekim 1967’de, Amerikalıların eğittiği Bolivyalı birliğin, La Higuera yakınlarında asilerle girdiği çatışmada üç kişiyi öldürdüğünü, iki kişiyi yaralı ele geçirdiğini, birinin Guevara olabileceğini öğrenir. Ertesi sabahki bilgi notu, "Bolivyalı askerlerce infaz edilen yaralının, Che olduğundan yüzde 99 eminiz" cümlesiyle başlar.

Ertesi gün, Vallegrande’deki Malta Hastanesi’nin çamaşırhanesinde, fotoğrafçı Freddy Alborta, Guevara’yı Latin Amerika’nın yeni İsası konumuna getirecek olan, gözleri ve pantolonunun üst düğmesi açık, belden yukarısı ve ayakları çıplak ünlü fotoğrafı çeker. Ardından otopsiye geçilir. Başhekim Dr. Moises Abraham ve asistanı Dr. Jose Maria Cazo’nun imzaladığı aynı tarihli raporda, göğsünde ve bacaklarında 9 kurşun yarası bulunduğu kayıtlıdır. Kimliklendirme amacıyla cenazenin her iki eli bileğinden kesilir ve formaldehid doldurulmuş teneke kutuda La Paz’daki merkez karargáha gönderilir. Hem onun, hem de çatışmada öldürülen diğerlerinin cesedi önce yakılmak istenir, sonra gömülür. Nereye gömüldükleri yıllarca bir sır olarak kalır.

Guevara’nın doğum yeri Arjantin’den çağrılan iki uzman polis, alışageldikleri "Juan Vucetich" yöntemini kullanarak kesik ellerin parmak izlerini inceleyemez ve muşambaya transfer ettikleri izlerle ülkelerine döner. Arjantin polisi, bu izlerin, Guevara’ya ait olduğunu bildirir. Yine Bolivya’ya çağrılan Arjantinli bir el yazısı uzmanı, ölenin üzerinde ele geçen günlükteki el yazılarının Guevara’ya ait olduğunu raporlar.

UÇAK PİSTİNİN ALTINDA MI

Emekli Bolivyalı General Mario Vargas Salinas, "Gömüldüğü yeri biliyorum, Vallegrande’deki eski uçak pistinin altında" deyince, Amerikalı gazeteci John Lee Anderson’un kalbi durabilirdi. Otuz yıla yakın bir süre geçmişti ve Malta Hastanesi’nde otopsisi yapıldıktan sonra ortadan kaybolan erkek cesedinin Che Guevara olduğuna inanan azdı.

Bolivya Başkanı’nın emri üzerine oluşturulan soruşturma komisyonu, Arjantin’deki yedi yıllık askeri rejim boyunca "ortadan kaybolan" onbine yakın kişiyi bulmaya çalışan EAAF adlı sivil toplum örgütünden (Equipo Argentino de Antropologia Forense) yardım istedi. Kübalı antropolog ve adli tıp uzmanlarının da desteklediği EAAF, iki yıl uğraştıktan sonra, 28 Haziran 1997 günü, uçak pistinin altındaki kalıntılara ulaştı. EAAF başkanı Luis Fondebrider, kafatası, diş ve kemiklerin antropometrik yöntemlerle incelendiğini, iskeletlerden birinin Guevara’ya ait olduğunu bildirdi. Küba’daki anıtmezara götürülen bu kalıntılardır.

Guevara’nın diş ve kemiklerinden DNA analizi yapılmadı. Buna karşılık, Bolivya’nın farklı yerlerindeki kazılarda ele geçen birçok gerilla kemiği bu yöntemle kimliklendirilmiştir. Hatta bazılarını, Küba’nın Havana Genetik Merkezi’nden Lleonart, Kriminal Laboratuvarı’ndan Pena, Adli Tıp Enstitüsü’nden Bacallo’nun yer aldığı ekip gerçekleştirdi ve uluslararası dergilerde yayınladı.

Geçen yıl ortalık karıştı. 71 yaşındaki eski bir CIA ajanı konuştu. "Buldukları Guevara değildi" dedi. "Onu ben gömdüm. Gömmeden önce saçını kestim. DNA analizi yaptırmaya izin verirlerse, gömdüğüm yeri ailesine söylerim."

BENİM AJANIM İŞİNİ BİLİR

Che Guevara’yı sorgulayan ve infazına tanıklık edenler arasında, Bolivya askeri üniforması giymiş, ancak asker olmayan iki kişinin bulunduğu biliniyor. İlki, "Yüzüne ateş etmeyin" şeklinde uyarıda bulunan, Küba devriminden sonra ABD’ye iltica etmiş, Castro karşıtı CIA ajanı, Felix Rodriguez’dir. Yıllar sonra Rodriguez, bir çelik Rolex saati gazetecilere gösterip Guevara’nın bileğinden çıkarttığını söylemiştir. Rodriguez, Guevara’nın ölümünden önceki son fotoğrafında da boy gösterir. Elleri kelepçeli devrimcinin bir yanında üç Bolivyalı askerin, diğer yanında ajanın göründüğü fotoğrafın, fotomontaj olduğu ileri sürülüyor.

Anıtmezardaki kalıntıların Guevara’ya ait olmadığını iddia eden diğer Küba doğumlu CIA ajanı ise Gustavo Villoldo. Villoldo’nun DNA analizi çağrısına Guevara’nın çocukları (oğullarından biri Balıkçılık Bakanı) kulak asmadı. 2007 Kasımı’nda, elindeki "anıları" (ceset fotoğrafları, parmak izi kartı ve yüze yakın saç kılını) açık artırmayla 119 bin 500 dolara Teksaslı Bill Butler’e sattı. Saçların DNA’sıyla Santa Cruz’daki kemikler karşılaştırılmadığı sürece, anıtmezardakinin Guevara olmadığı dedikoduları sürecek.

Ölü sırtından turizm

Günün birinde yolunuz Bolivya’ya düşerse eğer, dünyanın bulutlara en yakın başkentine, La Paz’a uğrayacaksınız demektir. Geçtiğimiz yıl, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na cebinden çıkarttığı koka yaprağını gösteren ve "Bu yaprak, halkımın umududur" diyerek uluslararası sözleşmeleri çiğneyen Devlet Başkanı Evo Morales’in soydaşlarının, tezgáhlara serdiği And dağlarının rengi ve lezzetiyle karşılaşacaksınız.

Kentin irili ufaklı onlarca müzesinden vaktiniz kalırsa, binlerce yıllık Tiahuanacu Harabeleri’ni ya da Titicaca Gölü’nü görecek, trafik kazasında dünya rekorunu elinde bulunduran Yungas Vadisi’nin Ölüm Yolu’nda, 1500 metrelik uçurumlara bakarak heyecanlanacaksınız.

Orta yaşın üzerindeyseniz, üstelik ağzınızdan devrim, gerilla gibi sözcükler de çıkmışsa, rehberiniz, La Higuera Köyü’nü, ardından Vallegrande’yi görmenizi önerecektir. Tozlu, dar ve virajlı yoldaki altı saatlik otobüs yolculuğunuz boyunca, size duvarlara çizilmiş sakallı ve bereli adamın resmini gösterecek, sonra "İşte burada yakalandı, önce bu okula götürüldü, ertesi gün burada öldürüldü, bir helikopterin iniş takımlarına bağlanan cesedi Vallegrande hastanesine götürüldü ve elleri kesildi" diyecektir. Sözünü ettiği, bölge halkının "Aziz Ernesto"sudur, yani Che Guevara’nın ta kendisi.

Ünlü fotoğrafın öyküsü

Kırk yıl önce duvarımda asılı fotoğrafın modası hiçbir zaman geçmedi. Hatta, fotoğrafçılık tarihinin en fazla çoğaltılan örneği olduğu söyleniyor. Ona, Marakeş’teki kartpostalda, İstanbul’daki anahtarlıkta, Maradona’nın dövmesinde, /_np/6177/5886177.jpgsavaş karşıtı Amerikalı’nın fularında, Filistinli’nin atkısında, top model Gisele Bundchen’in bikinisinde ve akla hayale gelmeyen daha nice yerde rastlamak mümkün.

68 kuşağının pop ikonuna dönüşen ünlü fotoğrafın orijinalini, bundan birkaç hafta önce Viyana’nın WestLicht Galerisi’nde, Guevara’nın doğumunun 80. yılı münasebetiyle açılan sergide gördüm. Kübalı fotoğrafçı Alberto Korda’nın, 5 Mart 1960 günü çektiği ve "Guerrillero Heroico" (Yiğit Gerillacı) adını verdiği asıl fotoğrafta, Che Guevara’nın sol arkasında bir palmiye ağacı, sağ yanında başka bir erkeğin profili görünüyor. 31 Temmuz 2008’e dek açık kalacak sergi, bu fotoğrafın yanı sıra Osvaldo Salas, Rene Burri, ayrıca adı bilinmeyenlerin çektiği görüntüler aracılığıyla, sadece 68 kuşağını değil, onların çocuklarını dahi etkileyen ve Küba devriminden bağımsız olarak ününü sürdüren efsanevi "Comandante Che"nin devrimci yaşam felsefesini öğretmeyi amaçlıyor, Bolivya’nın bir köyünde silah arkadaşlarıyla birlikte ölümüyle sonlanıyor.

"Belçika’dan Havana’ya silah getiren Fransız bandıralı La Coubre gemisi infilak etmiş, yüzden fazla dok işçisi ölmüştü. Ertesi gün, Colon Mezarlığı’ndaki törende, Küba’nın günlük Revolucion gazetesi için fotoğraf çekmekteydim. 90 milimetrelik objektifli, Leica M2’mi kürsüye yöneltmiş sağa sola gezdiriyordum ki, vizörde yeni hükümetin sanayi bakanı Che Guevara’nın yüzü belirdi. Bir modern zaman peygamberini andırırcasına uzaklara doğru bakıyordu. İşte o an, elim deklanşöre gitti, iki kare çektim," diye anlatmıştı Alberto Korda.

Revolucion gazetesi, cenaze töreniyle ilgili haberlerinde Che’nin portresini kullanmadı. Yine Korda’nın çektiği, Fidel Castro, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir fotoğraflarını basmayı tercih etti. Korda, henüz kimsenin rağbet etmediği fotoğrafı, yedi yıl stüdyosunda sergiledikten sonra, İtalyan yayıncı Giangiacomo Feltrinelli’ye hediye etti. Birkaç hafta sonra aynı fotoğraf, İtalyan gazetelerinin birinci sayfasındaydı. Haber, dünyayı sarsacak nitelikteydi: "Küba devriminin efsanevi kumandanı, Fidel Castro’nun silah arkadaşı Che Guevara, Bolivya ordusunun askerleri tarafından öldürülmüştür." 1967 yılının sonbaharıydı ve aynı fotoğrafın milyonlarcası, 1968 baharından itibaren dünyanın neresinde bir öğrenci, işçi ya da köylü hareketi varsa, orada ön saflardaydı.

2001’de ölen fotoğrafçı Korda, Guevara’nın portresinden bir Küba Pesosu bile kazanamadı. Sadece bir tek kez, o da içki içmeyen devrimcinin manevi şahsına hakaret kabul ettiğinden, fotoğrafı Smirnoff votkasının reklamında kullanan Lowe Lintas reklamcılık şirketinin aleyhine dava açtı. 50 bin dolara uzlaştıkları, parayı Havana’daki bir hastaneye bağışladığı biliniyor. Orayı seçmesinin nedeni açık. 1956 Kasım’ında Fidel Castro ve bir avuç Kübalı’yla birlikte adaya çıkan, iki yıllık silahlı çatışma sonunda diktatör Fulgencio Batista’yı devirmeyi başaran, Arjantin doğumlu Ernesto Rafael Guevara de la Serna, Buenos Aires Tıp Fakültesi mezunu bir doktordu.


29 Haziran 2011 Çarşamba

Sonbahar


Yapraklar dökülür
Her taraf sarıya bürünür,
Sert rüzgarlar eser,
Bulutlar göz yaşlarını döker,


Her tarafta şemsiye,
Bir yağmurluk,
Kış geliyor sesleri,
Kulaklarda çınlıyor,



Haydi uzun kollular,
Haydi pantolonlar,
Hepsi giyilsin,
Sonbahar izlensin.




HASTALIK VE SAĞLIK



Kendimize bakmazsak,
Mikroplardan korunmazsak,
Elimizi yıkamazsak,
Çok hasta oluruz.

Elimizi yıkarsak,
Kendimize bakarsak,
Tertemiz olursak,
Çok sağlıklı oluruz.

1 Haziran 2011 Çarşamba

ARKADAŞLIKLAR GELİP GEÇER

En iyi ardaşlarımız bile arkamızdan konuşur.Sürekli bizi suçlar en aslında bizi en çok suçlayan onlardır, çünkü biz onların böyle bir şey yapacağını düşün meyiz.İnsanlar bu şekilde bizi avlar.Biz de bunlardan biriyizdir belki.Ama bir düşünün kaç tane arkadaşınız(en iyi) oldu?Benim arkadaşım çok ama en iyi arkadaşım hiç olmadı.İsim vermeyeceğim ama bir arkadaşım beni çok sevdiğini söyler.Bugün gördük,ben o geziniyor diye onu tahtaya yazdım,öğretmen onu tahtada bekltti.O bana küstü,yazmasam görevimi yapmamış olurum.Ama bir tek onu yazmadım.Daha yedi sekiz kişi daha var.Onlar bana küstü.(kızlar çoğunlukla) Ondan sonra bir dedikodu bir küskünlük!Ne siz sorun,ne ben söyleyeim.Neyse bunları boşverin!Siz gelecekteki insanlara bakın.Ama %100 siz de benim gibi insanlarla karşılaşacaksiniz.
İşte insanlar sizi aldatıyor.Ama hiç tanımadığınız biri sizi kötülerse sizi kıskanıyor demektir.Bu sorunu çözmeniz onu önemsemeyin,bırakın sizinle uğraşsın,bırakın sizi kötülesin çünkü kızarsanız sizi sinir etiğini göörür ve sizinle uğraşır.Bana sorarsanız kimseye güvenmeyin.Ben güvendim de ne oldu?Ama kardeşim Ömer'in Kağan adında bir arkadaşı var,bir dediğini iki etmiyor,üÖmer'i çok seviyor.Keşke benim de Kağan gibi bir arkadaşım olsa.Ohh!Ne rahat.Ömer'i bazen kıskanıyorum,işte bu yüzden.Bu Kağan Ömer'e çok değer veriyor,bana değer veren yok.Size değer veren var mı?Va r veya yok.Farketmez.Siz ölünce sadece arkanızdan yas tutar,sizinle birlikte ölmez, belki GELMEZ bile!O zaman sizin canınız yanmaz,ama sizin için son görevini yerine getirmez.Onun canı sizinle geçirdiği oncan anıları hatırladıkca sadece belki ''CIZ''etmez.''cız'' eder.(büyük harf ve küçük harfe dikkat ediniz.)Arkadaşım olmadı dedim bugün ama yazdığımı okuyunca:)))
Devamını biliyorsunuz.Neyse siz de üzülmeyin çünkü:ARKADAŞLIKLAR GELİP GEÇİCİDİR!!!!!!!!

20 Şubat 2011 Pazar

BEN VE YAŞADIKLARIM




















O zamanlar daha dokuz yaşındaydım ve babamı kaybetmiştim.Annem babamın acısına dayanamamıştı ve o da vefat etmişti.Ama ölmeden önce bana:







-Ayhan kardeşlerine iyi bak ve onları daima koru.Ayrıca bizim bir aile sırrımız var artık onu sana söyleyebilirim... demişti.








Ama ben o sırrı öğrenemeden kardeşlerimle birlikte Çocuk Esigeme Kurumu'na gittik.Bize bütün bilgilerimizi sordular.Biz cevap verdik.İlk üç gün hiç konuşmadık.Hep ağladık.Çünkü artık anne ve babamız yoktu.Ayrıca o aile sırrını da öğrenememiştim.


Ve dahası iki kardeşim de şoka girdi.Onlar hastahanedeler.


2.BÖLÜM


Benim ,bugün doğum günüm ancak kardeşlerimi kaybettim.Ben kardeşlerime iyi bakamadım.Artık doğum günümü kutlayamam.Çünkü yanımda kimse yok.Hem ben bu kuruma davacıyım.Ama davaya benim en iyi arkadaşımın babası katılacak. Umarım bu kurum kapatılır diyordum içimden ve dediğim de oldu.O kurum kapatıldı.Ve ben şahin amcaların evideydim.Ama hala acım dinmek bilmiyordu


3.BÖLÜM
Artık yirmi iki yaşında,ünlü bir iş adamıyım ve dünyanın en zengin adamlarından biriyim.Artık geçmiştekileri çok az olasa bile unuttum. Ama hala aile sırrının ne olduğunu bilmiyordum

14 Kasım 2010 Pazar

DEMDE

Benim bir zamanlar bir teyzem vardı, kötü günümde de ,iyi günümde de yanımda olan bir teyzem vardı.Acaba şimdi o nerede?Bence çok uzağa gitmiş olamaz.Ben şimdi size bir anımı anlatacağım:
-Bir gün biz Demde'de kalmıştık.Demde yine bizi ilk önce gezdirip isteklerimizi yerine getirmişti.Ancak bir şeyi unutmuştuk.Annem benim poşetime pijama koymayı unutmuş ve Demde'yi aramıştı.Demde alırım dedi ama o kadar çok alışverişten sonra insanda akıl mı kalır?Tabii ki hayır.Neyse son anda hatırlamıştı pijama almayı.Bana:
-Kuzum hangi rengi istersin?diye sordu.
-Mavi.diye cevap verdim.
Ve bana çok güzel bir pijama aldı.
İşte bu da böyle bir anı.
Daha küçücük bir çocukken kalp ameliyatı geçirdiğimde,yoğun bakımde yanımdaydı ve elimi elinin arasına aldı.Sım sıcak öptü ve şöyle dedi:
-Dayan küçüğüm bu günler geçecek.
Şimdi aynı şeyleri ben sana söylüyorum Demde.Ama ne sesini duyuyor ne de yüzünü görüyorum.
Sana ait binlerce çocukluk anım var.Bana çocukluk anılarımı geri verir misin Demde.Seni çok özlüyorum.Umarım kaldığımız yerden tekrar başlarız.

31 Ekim 2010 Pazar

Bir varmış

VELİ

Bu gün size kendim yazdığım bir fıkrayı göstereceğim.BAŞLIYORUZ!
Bir gün bir öğretmen öğrencisine:
-Oğlum sen çok yaramazsın!Velini çağrıp görüşmek lazım.demiş.
O sırada Veli adında bir çocuk:
-Öğretmenim yine ne yaptı bu haylaz?Söyleyinde kulaklarını çekeyim.demiş.
Öğretmen ne olduğuna pek anlam verememiş ve:
-Otur bakıyım sen!Senin velini de çağırmak lazım!diye bağırmış öğretmen.
Veli:
-Ne yapmışım ben öğretmenim söyleyinde kulağımı çekeyim.
Öğretmen:
-Oğlum senin adın ne?
-Veli.demiş.
-Peki Veli sen niye bu işe karışıyorsun?
-Öğretmenim siz velinizi çağırıyım demediniz mi?

24 Ekim 2010 Pazar

YALNIZ ADAM







Çok uzak bir ülkede terkedilmiş bir köyün tam ortasında bir aile yaşarmış.Bu evde anne ve oğul çoğu zaman yalnız kalırmış çünkü bu ailenin babası gemici imiş ve çok uzak ülkelere seyahate gidermiş.İşte bu yüzden anne ve oğul çoğuzaman yalnız yaşarmış.Ayrıca bu aile babanın gelmesini dört gözle beklermiş.Bir gün bu evin oğulu olan Alp hastalanmış.Alp ateşler içinde yanarken Alp'in annesi komşulardan yani diğer köyden yardım istemeye gitmiş.Komşular hemen yardıma gitmiş.Komşuların içinde doktor olan ve eczacı olan varmış.Doktor Alp'e ilaç yazmış ve eczacıda ilaçları getirmiş.Eczacı Alplerin ne durumda olduklarını bildiği için para istememiş.Doktor Alp'e:




-Alp üç dört gün dinlen.demiş.








Ama Alp'in dinlenecek zamanı yokmuş.Çünkü Alp bir marangozcu dükkanında çalışıyormuş.Ustası Alp'in dinlenmesini ne kadar istesede Alp eve ekmek götürecekmiş...Günler geçmiş aylar geçmiş.Alp iyileşmiş.Ve baba eve gelmiş.Baba iki üç saat oturduktan sonra Fransa'ya yola çıkmış.Her zaman olduğu gibi evdekiler çok üzülmüş...Yine günler,aylar ve yıllar geçmiş.Alp evlenecek yaşa gelmiş.Ayrıca bu Alp'i kıskanan Alp yaşında Efe adında bir çocuk varmış.İşte bu Alp evlenme yaşına gelmişti ya,bu Alp'in kısmetine muhtarın o prenses gibi kızı talip olmuş aynı zamanda Alp'te yakışıklı çocukmuş.Ve bu prensessin adı Elif imiş.Elif ve Alp evlenmiş.Efe artık patlayacakmış.Ve bir tane oyun planlamış.Oyun Alp'i hırsızlıkla suçlamakmış.Efe daha güneş doğmadan marangoz dükkanına girmiş ve kasadan paraları almış.Sabah Alp'in ustası kasayı açıp baktığında paralar yokmuş.Herkes Alp'e suç atıyormuş ama usta onlara inanmıyormuş.Ta ki Efe:








-Usta ben daha güneş doğmadan Alp'i dükkandan çıkarken gördüm.diyene kadar.



Alp'e artık kimse inanmaz olmuş.



Ve sonunda terk edilmişi, insanlardan uzak bir ormana gitmeye karar vermiş.Alp üç gün yürümüş.Ve o üç gün sonrada Efe suçunu itiraf etmiş.Ama artık çok geçmiş.Bütün köy halkıda çok acı çekiyormuş...Alp artık oralı olmuş.Aylar geçmiş yıllar geçmiş.Çok yağmurlu bir günde Alp'in kapısına dokuz,on yaşlarında bir kız çocuğu gelmiş.Kız kapının önünde dizlerinin üstünde hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş.Ve:

-Amca lütfen beni içeri al.diyormuş.

Alp hiç düşünmeden küçük kızı içeri almış.Ve kıza:

-Söyle bakalım senin adın ne?

-Şeyy, benim adım yok!

-Ne yani şimdi senin adın yok mu?demiş Alp.

Ve kızı daha fazla üzmek istemediği için:

-Hadi bir düşünelim senin adın ne olsun?

-Sueda!demiş küçük kız.

Ama Alp Alev olmasını istiyormuş ve kıza şu soruyu sormuş:

-Ama iki adın olsa biri Sueda biri Alev olsa güzel olmaz mı?

-Aaaaa!Çok güzel olur.Birde sen benim babam olsan?

-Evet olur Alev Sueda.demiş Alp.

Ama pek güzel olmamış Alev ismi Sadece Sueda dese olmaz mı?Bunu küçük kıza sormuş.

-Senin adın Alev Sueda ya,ben sana sadece Sueda desem?

-Oluuurrr.demiş Sueda.
Ve artık Sueda ve Alp'in arasında baba kız gibi bir bağ olmuş.Günler,aylar hatta yıllar geçmiş.Sueda genç kız olmuş.Ve artık insan yüzüne çıkmaya ikiside hazırmış.Alp bir baba gibi davranarak Sueda'yı yormamak için en yakın köye taşınmış.Sueda evin kızı olaraktan evi derleyip toplamış ve kendi eli ile ördüğü örtüleri de koltukların üstüne koymuş.Alp ise bu arada balık tutuyormuş.Bir gün yine Alp balık tutarken kıapıya yaşlı bir adam gelmiş.Adam elinde Alp'in fotorı ile Sueda'ya:
-Kızım sen bu adamı gördün mü?O benim oğlum.diyince
Sueda:
-Aaaaa!Siz benim babamı mı soruyorsunuz?
-Bilmem ama sanırım öyledir.
-Dedeciğim içeri girin buyrun.
-Kızım nasıl senin baban olur?Peki babanın adı ne?
-Alp.
-Allah'a şükür oğlumu buldum!Peki nerde, ne zaman gelir?
-Balık tutuyor az sonra gelir.
-Peki seni nerden buldu?
-Peki dede anlatıyım.Babam ormanda idi.Çok yağmur yağıyordu,ben dışarda sırılsıklam olmuş bir halde babamın kapısını çaldım.Babam hiç iğrenme duygusu yaşamadı hatta çok sevdiği gözünden belli idi.Sonra beni içeri aldı,üstümü değiştirmem için giysi verdi.Sonra adımı bulmaya uğraştık.Ben Sueda babam ise Alev diye düşündü.Ve adım Alev Sueda oldu.Ama babam bana Sueda diyor.diye anlattı.
Zaten bu arada Alp gelmişti karşısında babasını görünce hemen sarıldı.Artık ikiside ağlıyordu.Baba ve oğul konuştular,hasret giderdiler.Ve sonunda geri dönme kararı verildi.Ve üç gün sonra eski köye geldiler.Efe Alp'ten özür diledi ve köy sonunda eski sevincine geri döndü.



26 Eylül 2010 Pazar

TATİLİM

KÖYE GİDİYORUZ


Hepiniz tatilimi merak etmişinizdir.Hadi size anlatıyım.Biz tatile gideceğimiz zaman en azından ben çok heyecanlıydım.Aynı zamanda üzgündüm.Annem gelemiyordu,her zaman ki gibi.Ben bıkmıştım ve ağlayacaktım.Çünkü tatil için çok hayallerim vardı.Hepsi bitmişti.Neyse,işte biz valizlerimizi aldık.Ve yola çıktık tabii annem de vardı.Annemin işyerine yaklaştıkça ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.Araba durdu ve tutamadım,ağladım.Annem:



-Aaa Elif ağlama!Bak ben ağlıyor muyum?



-Hayır!Ama ağlarsın.dedim ağlak bir sesle.



Annem bunu ağzı ile söyleyemediği için mektupta yazdı.Biz devam edelim.Annemle vedalaştık.Ve yola koyulduk.Ankara Yoluna kadar ağladım.Sanıırm göz yaşım bitmişti.Ağlamam kesildi.Çünkü güzel şeyleri düşündüm.Ben uyumuştum.Uyandığımda Afyon'da idik.Ve Özdilek'e girecektik.Beni uyandırmalarına gerek kelmadı.Çünkü ben uyanmıştım.Özdilek'e girdik.Ordan hacı dedeme lokum Ömer ve kendim için pişmaniye aldık.Yolda annemi aradık.Ağlamamak için kendimi zor tuttum,çünkü annem üzülüyordu.Bu arada badem şekeri yiyiyorduk.Çok heyecanlı idik.Artık üzülmüyordum.Çünkü babamın sözünü hatırladım:


-Söz köye gittiğimiz gün sizi denize sokacağım.demişti.Ve ben bunları hatırlarken Ömer:


-Afyon'dan çıııktıkkkk!dedi.


Bunu biz Afyon'un üzerinde çizgi olduğu zaman yani çıktığımızı belirten bir tabela olduğu zaman söylerdik.Ama ben hayallere daldığım için kaçırmıştım.Şimdi yolumuz Burdur'a düştü.Çok yaklaşmıştık.Ve Antalya'ya gelmiştik.Koskoca dokuz saat bana bir saat gibi gelmişti.Köye gelmiştik bile.Ben bir dakka bile beklemeden annemi aradım.Annem biraz ağlak bir sesle:

-Güzel kızımmm!Canııım!Orda havalar nasıl? İyi mi?Yoksa burası gibi yakıp kavuruyor mu?

-Anneee!Biliyor musun?Burası orasından on kat daha sıcak!Elli derece kadar bir sıcaklık var!

-Yok canım o kadar değildir!Bir iki derece fark vardır.

-Hayııır!On kat daha sıcak.

-Kızım burası beş derce değil ya!

-Tamam o zaman.Peki kaç derece?

-Kızım burası kırk derece.Yani on derece fark var.On kat değil.

-Tamam anne sen bırak havayı filanda,Ben burada beş erkeğin yanında nasıl rahat ederim?

-Kızım onlar amcaların ve deden ne zarar gelir?

-Anne sen beni anlamıyorsun!Burda sadece senin beni anlaman gerekirken,sen de anlamıyorsun!

-Kızım sen beni şimdiden mi özledin?

-Hayır!

-Doğruyu söyler misin?

-Tamam özledim.Ömer rahat alışır.Ama ben alışamam.

PAŞA İLE TANIŞIYORUM

Denizden dönerken Hasan Amca'mın evinin önünden geçelim dedik.Keşke geçmez olaydım.Pitbul cinsi Paşa adında bir köpek çıktı önümüze.Ömer'in ayağını yaladı.Çok korkmuştum.Ama uzun söredir göremediğim kuzenim Sema ablayı görünce çok mutlu olmuştum.Çünkü geçen sene hiç görüşememiştik.Neyse biz Paşa'ya geri dönelim.Ben kaçtıkca üstüme üstüme geliyordu.Daha hacı dedemin evini ezberleyememiştim.Ama neyse ki bir solukta oraya vardım.Ben tuzlu sudan yapış olmuştum ve koltuk altım çok yanıyordu.Babamın yanı gidiyordum ve o anda onları yanımda buldum.Bana katıla katıla gülüyorlardı.Ama onların da halini bir görseniz,babam:
-Bu da nereden çıktı!dedi.
Ömer:
-Ayyy!diye bağırdı.
Beni görseniz,Ömer ve babamın haline düşersiniz.Ama ben utanmadım.Hem neden utanıyım ki?Ben kötü birşey yapmadım.Hem ben de güldüm.
PAŞA VAR DERDİN VAR!
Bir gece ömer'in kafasını kokluyordu.Sanırım yiyecekti!Ama çok geçmeden babam AKUT durumuna düşüp Ömer'i kurtardı.
OSKAR ÖLMÜŞ VE DAHA YENİ HABERİM OLDU!
Benim en sevdiğim köpek ölmüş.Çoban köpekleri onu öldürene kadar hırpalamışlar.Ahmat amcam zar zor kurtarmış.Hala yaşıyormuş.Ama çok nazlanmış.Ve Ahmet amcam onu istememiş ama vurmak zorunda imiş,ve vurmuş.Ben bu haberi duyunca çok üzülmüştüm.Ama zaten havlamaz birşey etmezdi.İşte ben bu yüzden onu seviyordum.Onu okşayabiliyordum.Ama Paşa'ya hiç birşey yapamıyorum.
BURSA'YA GİDİYORUUUUUZZZ!!!!
Hüseyin amcam çok erken uyanırdı.Ve bizi o uyandırdı.Uyandık ve üstümüzü giyindik.Kahvaltı edip yola çıktık.Saat 7:30'da çıkmıştık.Her şeyimizi yarım saate yapmıştık çünkü çok heyecanlıydık!Herkes ile vedalaştık.Biz giderken dedem ağladı.Bir an içimden dedemin yanında kalmak geldi.Ben çok üzülmüştüm.Dedem bana daha önce hiç sarılmadığı kıadar sıkı sarılmıştı.Hiç aklıma gelmezdi bu kadar çok üzüleceğim.Bir an dedem:
-Yazın gene gelin olur mu?dedi.
-Tabii dedeciğim,tabii geliriz.dedik.
Ve yola koyulduk.Şu anda size bunları anlatığıma göre Bursa'dayım.